Sosyal Medya

Kürsü

Batı Doğu’nun Neresine Düşer; Batı’nın Kendi Doğu’su İle Savaşı - Analiz

Doğu-Batı Tartışmalarının Oryantasyonu Üzerine Bir Yaklaşım



ARİF ARCAN / ANALİZ

 

‘Şarkiyatçılık'taki düşüncem, mücadele alanları açmak için hümanist eleştiriye başvurmak; bizi, hırçın bir kolektif kimliği hedefleyen yaftalara, düşmanca tartışmalara hapseden kısa vadeli, polemiğe dayalı, düşünceyi ketleyici öfke patlamalarının yerine uzun soluklu bir düşünme ve çözümleme süreci getirmek. Yapmaya çalıştığım şey için "hümanizm" sözcüğünü kullandım; bilgiç postmodern eleştirmenler hor görüp bir kenara atsalar da benim kullanmayı inatla sürdürdüğüm bir sözcük bu. "Hümanizm" derken, Blake'in deyişiyle "zihnin tavında dövülmüş kelepçelerden kurtulup aklımızı tarihsel ve rasyonel olarak kullanarak gerçek bir düşünsel kavrayışa ve sahici bir açılıma ulaşma gayretini kastediyorum öncelikle. Ayrıca, hümanizmin dayanağı, başka yorumcularla, başka toplumlar ve dönemlerle toplumsal bir ortaklığımız olduğu düşüncesidir; Yani, en açık deyişle söylenecek olursa, tek başına hümanist diye bir şey yoktur. Bu, her bölgenin diğer tüm bölgelerle bağlantılı olduğunu, dünyamızda hiçbir şeyin dış etkilerden tamamen bağımsız, yalıtılmış olmadığını söylemektir…

 

Zihni, insanın somut tarihinden ve deneyimlerinden uzaklaştırıp ideolojik kurmaca, metafizik saflaşma ve kolektif hezeyan alanları içine hapseden indirgeyici formüllerin ve dünyadan kopuk ama etkili düşüncelerin ne kadar sorunlu olduğunu sergilemenin ve/veya silahlarını yok etmenin bize düşen bir ödev olduğunu düşünüyorum elbette. Bu söylediğim, adaletsizlik ve acılardan söz edemeyeceğimiz anlamına gelmiyor; bunlardan mutlaka tarihe, kültüre toplumsal-iktisadi gerçekliğe gömülmüş bir bağlam çerçevesinde söz etmemiz gerektiği anlamına geliyor. Görevimiz, egemen otoriteye göre belirmiş sınırlar koymak değil, tartışma alanını genişletmektir.’ 1

 

Böyle diyor Edward Said ‘Şarkiyatçılık’ eserinin önsözünde, olguya nasıl bakmamız gerektiğinin önemli ipuçlarını bir araya getirerek. Batı dediğimiz mefhum, zihinlerimizde; tam da Said’in belirttiği gibi Batı Şarkiyatçılığının baskın karakteristiği olan muhayyel bir varlık oluşturma girişimleri bağlamında gelişti. ‘Hayali Doğunun’ karşısında ‘Hayali bir Batı’.

 

Doğu dünyasında Batı’yı anlama ve kavrama çabaları iki ana aks üzerinde yürüdü: Birincisi; Batının bütün müktesebatını kabul ederek onunla bütünleşmek ve Doğulu olmayı reddetmek, ikincisi; en başta ontolojik farklılıkları temel olarak Batıyı bütünüyle reddetmek. Fakat bu iki ana aksın kalkış noktaları, ‘Batı Merkezci’ olmaları hasebiyle tektir. Tarihsel bağlamında daha doğru bir ifade ile Doğu dünyasına tasallut eden Batı’nın doğum yeri olması bağlamında Batı Merkezciliği, ‘Avrupa merkezciliğidir.’ Doğu dünyasında Batıyı anlama ve kavrama girişimleri, Batının sömürgecilik faaliyetleri ile paraleldir. Bu paralellik, iki ana zihinsel yanılsamayı beraberinde getirmiştir. Birincisi; tek bir Batı vardır. İkincisi; zorunlu olarak temas edilen bu tek bir Batının geçmişi, bugününden geriye doğru üretilmiş, işaretlenmiş daha doğrusu bugünü ile dünü eşitlenerek kurgulanmış bir tarihselliğe sahiptir. Hâlbuki mevcut Batı, adına modernizm dediğimiz kendi geçmişinden radikal bir kopuşun ürünüydü ve özellikle ‘Avrupalılık’ bizatihi Avrupalıların keşfettikleri yeni bir durumdu. Bu keşif, inşa edilmiş bir ‘Amerikalılık’ ile devam ederek Batının kadim olandan kopuşunu derinleştirecektir.  

 

‘Avrupamerkezcilik, Avrupa’nın kapitalist yayılmacılık yoluyla dünya üzerinde kurduğu hegemonyadan ayrı düşünülemez. Rönesans’tan itibaren Avrupa’nın teknik ve bilimsel alanlarda kazandığı görece üstünlük, Avrupa ile diğer toplumlar arasında asimetrik bir güç ilişkisinin zeminini oluşturmuş ve Avrupa’nın diğer toplumlardan üstün olduğu düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu üstünlük fikri de Avrupa’nın hegemonyacılığını motive eden unsur olmuştur. Samir Amin’e göre Avrupalılar Rönesans döneminden hemen sonra da bu günkü tarzda Avrupamerkezcilik bilincine sahip değildi. Çünkü o dönemde henüz ne yaptıklarının yani kapitalizmi bir toplumsal örgütlenme tarzı olarak kurduklarının farkında değildiler. O dönemde sahip olunan üstünlük bilinci “Avrupalılık”, yeniden keşfetmeye başladıkları Yunan kültürüne atfettikleri kutsallıktan ya da kaydettikleri gelişmelerden kaynaklanmaktaydı.’2

 

Yenilgiyi mutlaklaştırmış olan zihnimiz, galip Avrupa’yı (Batı) kendimizden ayrık ‘yeni bir dünya’ olarak görme eğilimindedir. Avrupa, Asya ve Afrika gibi kadim dünyanın önemli bir parçasıdır. Asya’yı Avrupa’dan Asya ve Avrupa’yı da Afrika’dan ayırmak mümkün değildir.

 

Büyük İskender’in ‘Cihan İmparatorluğu’, Yunan/Helen Medeniyetini merkeze alan bir ‘emperyal vizyon’ olmasının çok ötesinde, işgal etmiş olduğu coğrafyalara ve bu coğrafyalardan da Makedonya’ya yani Avrupa’ya taşımış oldukları ile de oldukça önemlidir. Büyük İskender’in işgal etmiş olduğu Asya coğrafyalarında kendisinin ve askerlerinin yerel unsurlarla yapmış oldukları evliliklere akrabalık bağı açısından da bakmak önemlidir. Zira bu durum Avrupa’nın nesepsel bir iddiası olan ‘Aristokratik Ayrıklık ve Safiyet’ teorisine gölge düşürmektedir. Başta Mısır ve Anadolu olmak üzere kadim dünyanın önemli şehirlerinin İskenderiye ismi ile anılması, kadim dünyayı oluşturan unsurların akışkanlığına verilecek diğer önemli bir örnektir.   

 

Meryem Oğlu İsa’nın (Selam üzerine Olsun) nübüvveti ile birlikte kadim dünyanın çakışma merkezi olan Filistin topraklarında tecelli eden Vahyin Avrupa içlerine taşınması, Roma İmparatorluğunu yıkan barbar kavimlerini medenileştirmiş Avrupa’nın asli unsurları haline getirmiştir. Kilise Babaları olarak adlandıran züht ve takva ile meşgul şahısların mirasçıları Hristiyan din adamları, Roma İmparatorluğunun çöküşü ve barbar akınları ile altüst olmuş olan sosyal hayatı yeniden inşa etmişler, yerleşik hayatı yeniden mümkün kılmışlardır. Barbar kavimlerin taşımış oldukları ötekileştirici asabiyet duygusu ve kan bağına dayalı kardeşlik olgusu, kan bağı esasına dayanmayan birleştirici bir din kardeşliği ülküsüne dönüşmüştür. Yerleşik hayatın önemli bir unsuru olan ‘birlikte yaşama pratiği’, vahiy kaynaklı bir ahlakın eseri olarak bugünkü Avrupa’nın şekillenmesini sağlamıştır.       

 

Avrupa’nın Asya ve Afrika’dan yani kadim dünyadan kopuşu; Avrupa’nın ‘Amerika’nın Keşfi’ nezdinde ‘Yeni Dünyaları’ keşfi ile birlikte oluşmuştur. Bilinen bir dünyadan bilinmeyen bir dünyaya ayak basan Avrupalı, yenidünyanın efendiliği ile birlikte güç ve kudret algısında önemli değişimler yaşamıştır. Sahip olduğu bu yeni efendilik algısını mensubu olduğu kadim dünyaya karşı kullanmakta gecikmemiştir.

 

Avrupa’nın kadim dünyadan kopuşu, dini alanda da kendisini gösterecektir. Hristiyanlığın Katolik Kilise anlayışı ile Latinleşmesi ve Ortodoks Dünya ile rekabete girişmesi Avrupa’nın kadim dünya ile kopuşunu başlatmıştı. Teolojik bir ayrılıktan ziyade başta ekonomik faaliyetler olmak üzere siyasal ve sosyal değişimlerin oluşturduğu ‘Protestanlık’ bu kopuşu hızlandıracak, Avrupa’nın kadim dünya ile olan bağlarını dini plandan hareketle toplumsal birikimleri ve kadim hafızayı tahrip edecektir. Protestanlık, yeni insan tipolojisinin taşımış olduğu sekülerliğin teolojik inşasıdır. Katolik Hristiyanlığı ‘İsrailiyyat hurafeleri’ olarak gören Martin Luther, imanı kiliseden alıp insan kalbine yerleştirmek isterken hiçbir geçmişi olmayan daha doğru bir ifade ile hiçbir geçmişi kabul etmeyen yıkıcı bir yeniye hizmet etmiş olduğunun farkında mıydı?  

 

Protestanlık ve Püriten ahlak yenidünyalarda kendisini ifade edecek, farklı olanı yok ederek kendisine bir yaşam alanı açacaktır. Bu yaşam alanı giderek evrensel bir hegemonya talebine dönüşecek, bütün bir tarihsel süreç atlanılarak kadim geçmiş olarak ‘Roma Ülküsü’ yükseltilecektir. Roma’nın kuruluş mitolojisindeki dişi bir kurttan süt emerek hayatta kalmayı başarabilen olağanüstü kardeşlerin kurduğu Roma, Püriten faşizm için kutsaldır. Zira Roma Ülküsü, hiçbir geçmişi kabul etmeyen Protestan Püritenizmin ‘nesepsizliği’ için biçilmiş bir kaftan gibidir.

 

‘Modernite, bu boyutuyla gerçeğin ve değerin saptanmasında dinselin öncülüğünü, dinsel ve metafizik düşünceye sırtını bütünüyle dönmese bile, reddetmektedir. Bu anlamda modernitenin felsefi söylemi dinden, tarihsel edeni (historical ageney) ve iradeyi logosantrik özneye (logocentric subject) yükleyerek uzaklaşmaktadır. Böylelikle öznenin gerçeği logosun önceliğine ve gene özneyi bize tanımlayan bilişsel boyuta, öznenin özerkliğine bağlı olarak anlaşılmaktadır. Bu süreç, Venn'e göre özünde Batı 'nın Batılılaşması anlamına gelmektedir. Venn'in tanımıyla Oksidentalizm olan bu süreç, 'şimdinin soybilimini' işaret etmekte, bu şimdi de modernitenin özgül izleğini oluşturmaktadır. İzleğin oluşumundaki asıl edenler kolonyalizm ve kapitalizmdir.’3

 

‘Doğu-Batı karşıtlığı hangi çağdan başlatılmak istenirse istensin, bu karşıtlığın iki kutbu aynı yaşta değildir ve biz Batılılar bunların araştırılmasında, işe kaynaklara inerek, Batı Asya'daki ve Mısır'daki ilk büyük uygarlıklardan başlamak zorundayız.’4 Diyor Thierry Hentsch ve devam ediyor:  

 

‘Homeros'tan önce (MÖ 8. yüzyıl), hatta klasik Atina dönemine kadar (MÖ 5. yüzyıl), modern Batı belli başlı kültürel dayanak noktalarını zorunlu olarak. Dicle'den Nil'e kadar uzanan bereketli hilalden almıştır… Aristoteles'e göre, Yunanistan ne daha çok Avrupalı'dır, ne de Asyalı. O, iki dünyanın kenetlendiği yerde olabilecek en mükemmel sentezi gerçekleştirmektedir. Bu sentezin sonucu olan üstünlük. kendini göstermek için artık sadece Yunanlıların tek bir otorite altında toplanmasını beklemektedir. Philippos ve Aristoteles'in öğrencisi olan İskender'le beraber, bu birleştirici ve fetihçi güç kendini kabul ettirecektir; ne var ki, o zamana kadar Yunan sitelerinde politik örgütlenmenin en başta gelen özelliği olan bağımsızlık ve özgürlük ilkelerinin tersine, iki hükümdarın yönetim biçimi de monarşik olacaktır. İskender'in Küçük Asya'da kazandığı ilk zaferler, I. Dareios ve Kserkses'in saldırılarına karşı "bir panhelen intikamı" olarak görülmek istense de, sonuç olarak İskender'in Pers krallarının sistemlerini ve hırslarını benimsediğini de kabul etmek gerekir. Bununla birlikte, Grousset, onun sayesinde "Avrupa sınırlarının bir çırpıda bütün bir Ön Asya'yı yutarak, hızla Semerkant'ın ve Lahorun ötelerine, ta Orta Asya kapılarına taşındığını" belirtir. Ama Büyük İskender ve ondan sonra gelenlerin "Yunan ruhuna aykırı davrandıklarını" da vurgulamadan geçemez: Bu hükümdarların hegemonyası, "Doğu ruhunun Helen dünyasına sızması gibi hiç beklenmedik bir sonuca da yol açmıştır. Büyük İskender Avrupa’yı çok uzaklara sürüklemiş ve onu Asya kütlesinin içinde eritmiştir.’5

 

Modern Batı uzak geçmişini Antik Yunan’da aramıştır. Avrupa fikrinin ‘altın çağ’ olarak kabullendiği Antik Yunan’ın menşei hakkında henüz uzlaşılamamış olması daha doğrusu Antik Yunan’ın ‘hep orada olan’ bir medeniyet pınarı olarak görülmek istenmesi; gökten zembil ile inmiş bir saflığa işaret eden bir anlayışın ürünüdür ve tarihinden kopmak isteyen ‘yeni insan tipolojisi’ için bu durum oldukça işlevseldir. Hâlbuki Antik Yunan, kendisini Antik Yunan’ın varisi ilan eden Avrupa’yı oluşturan halkları barbar olarak tanıtmıştır. Bu barbarların önemlilerinden birisi Cermen Aşiretleridir. Batı sınırları boyunca Roma İmparatorluğunu tehdit eden Cermen Aşiretleri nihayetinde Roma İmparatorluğunu yıktıklarında bu yıkıntılar üzerinde yeni bir birlik kuramayacak kadar yönetsel cehalet içerisindeydiler. Bu yönetsel cehalet, Roma Katolikliğinin seçkinci ruhbanının vaftizci eli ile aşılacaktı.   

 

‘Batı Roma’nın yıkılışı, Akdeniz çevresindeki büyük düzenin, Roma Barışı’nın da yıkılışı anlamına geliyordu. Artık “Yeni Avrupa”yı şekillendirecek iki önemli aktör tarih sahnesinde karşı karşıyadır: Roma İmparatorluğu’nun yıkılışında önemli bir rol üstlenen Cermen krallıkları ve Roma’nın yıkıntıları arasında merkezi bir güç olarak tek başına öne çıkan Roma Kilisesi. Her ne kadar bu aktörlerin dışında, üçüncü bir aktör olarak Doğu Roma İmparatorluğu da Orta Çağ Avrupası’nın inşasında belirli ve önemli bir rol üstleneceklerse de bu etki başlangıçta daha doğrudan olmasına karşın, giderek daha dolaylı bir hal alacaktır. Roma İmparatorluğunu yıkma başarısı gösterseler de, Cermen Krallıklarının siyasal ömrü, biri dışında, çok sürmedi… Cermen krallıkları her ne kadar Roma Hukuku’na uyum gösterememişlerse de, Roma’nın önemli bir mirasına, özel mülkiyet anlayışına kendilerince kolayca uyum göstermeyi başarmışlardır. Ancak burada da topluluk üyelerini sadakat ilkesiyle kendi çevresinde toplamayı başaran savaşçı şefler, savaş sonucu elde edilen her tür ganimeti, toprak, çeşitli mallar ve nihayet köleleri, kendi ölümleri halinde oğullarına geçecek kişisel bir mülk gözüyle görüyorlardı. Bu anlayış, ister istemez, savaşçı kabile şefinin, sahibi olduğu tüm mülkün korunup kollanması için, bu mülkü kendisine kişisel sadakatle bağlı yoldaşlarının ya da savaş beylerinin denetimi ve kullanımına vermesini beraberinde getiriyordu ki bu eğilim, feodalitenin toplumsal ve ekonomik olarak inşasında önemli bir rol üstlenecektir.6

 

Fakat feodalite bir birliğe işaret etmekten çok ayrılığın altını çiziyordu. Merkezi bir yönetim anlayışı üzerine kurulu Roma siyasal birliği aynı zamanda zenginlik ve refah ana fikrine sahipti. Adına Ortaçağ denilen  dönemde Avrupa’da zenginlik ve refah yerini geçimlik kırsal ekonomiye bırakmıştır. Kilise bu ekonomi politiğe uygun bir ahlak oluşturarak sosyal hayatın devamını sağlamıştır. ‘Sekizinci yüzyıl boyunca ticaretin durması, tacirlerin ortadan kalkışını doğurdu ve onlarca ayakta tutulan kent hayatı da aynı zamanda yok oldu. Roma kentleri, piskoposlukların yaşadığı ve kalabalık ruhban heyetlerinin toplandığı yerler olmaları nedeniyle elbette varlıklarını sürdürdüler ama hem ekonomik önemlerini hem de beledî yönetimlerini yitirdiler. Genel bir fakirleşme apaçıktı. Altın sikke ortadan kalkarak, Karolenjlerin onun yerine ikame etmek zorunda kaldıkları gümüş sikkeye yerini bıraktı. Eski Roma altını Solidus’un yerine kurdukları yeni para sistemi, antik ekonomiden ya da Akdeniz ekonomisinden kopuşlarının açık bir delilidir… Sahip olduğumuz verilere göre, oldukça açıktır ki, sekizinci yüzyıl sonlarından itibaren Batı Avrupa, tamamen tarımsal bir duruma geri döndü. Toprak, tek yaşama kaynağı ve zenginliğin biricik koşulu oldu.’7 ‘… Kilise’nin dünya görüşü, toprağın, toplumsal düzeninin biricik temeli olduğu bir çağın ekonomik koşullarıyla hayranlık veren bir uyum içindeydi. Toprak, Tanrı tarafından insanlara, burada, aşağıda, ebedi kurtuluşlarını sağlamak üzere yaşayabilmeleri için verilmişti. Çalışmanın amacı zengin olmak değil, fakat fani hayat ebedi hayata dönüşe kadar insanların doğdukları zamanki durumlarını koruyabilmelerini sağlamaktı. Keşişlerin dünyadan el etek çekmiş hayatları, üzerinde bütün toplumun dikkatlerini toplaması gereken bir idealdi. Zenginlik peşinde koşmak, tamah batağına saplanmaktı. Yoksulluk ilahi kökenliydi ve Tanrı tarafından takdir edilmişti… O yüzyıllarda, her devletin kendisine yeterli ve normal olarak kendi dünyasından ibaret olduğu bir zamanda, murabahanın, ticaretin ve kâr saikiyle hareket etmenin lanetlenmesinden daha doğal ne olabilirdi?’8

 

‘Batı’daki Roma İmparatorluğu, limes (sınırlar) olarak bilinen ve göçebe akınlarına karşı bir bariyer oluşturan askeri savunma hatlarını üçüncü yüzyıldan itibaren akınlarla geçen, çoğunlukla Germen kökenli halkların istilalarına ve yerleşmelerine dayanamadı. İmparatorluk ayrıca kitlesel yoksulluğu arttıran o zamana kadarki geniş mali ekonomisinin parçalanmasını ve kentsel çöküşün etkilerini, kadim uygarlığın çöküşüne ve Hristiyanlığın yayılmasına hizmet eden kültürel ve ahlaki değerler, genel krizi atlatmayı başaramamıştı. Onun yerine iki yeni güç ortaya çıkmıştı. Bunlardan ilki, gücünü iki düzeyde hissettiren Kilise’ninkiydi. Her ne kadar kentler boyut olarak küçülüyor olsalar da, Kilise yerel düzeyde, dinsel işlevleri ekonomik, toplumsal ve siyasi işlevlerle birleştiren kentli liderler- yani, piskoposlar- aracılığıyla, hala bir kentler ağına bel bağlayabiliyordu. Daha bütünsel bir düzeyde, Kilise, beşinci yüzyılın sonlarından sonra varlığını son bulan eski Roma İmparatorluğuna ait bütün alanı işgal etmeye çabalıyordu ve Roma piskoposu imparatorluğa ait mirası artık kendisi için elde etmeye uğraşıyordu.’9                

 

Batı Roma İmparatorluğunun kalıntıları üzerinde birlik fikrinden yoksun feodal bir mantık dâhilinde ayakta kalmaya çalışan Avrupa için ‘Doğu’ Bizans’ın bizatihi kendisiydi. Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu) nezdindeki ekümenik (Eşit Ortodoks Kiliseler arasında onursal öncelik ve Kiliseler Birliği) Ortodoks Kilisesi ile Katolik (evrensel ve hiyerarşik olarak en tepedeki yasal Kilise) Roma Kilisesinin arasındaki ayrılık teolojik bir ayrılıktan daha çok siyasal bir ayrılıktır. Bizans Ortodoks Kilisesinin başı imparatordur ve imparatorun vazettiği aristokrasisi, imparatorun nezdinde temsil edilen merkezi siyasal aygıtın taşra teşkilatlarındaki görevlileridir. Bizans köylüsü serf değil özgür köylülerdir.

 

Roma Katolik Kilisesi, bir iktidar yumağı oluşturan ve bağımsız siyasal birimler olan tüm aristokrasinin üstündedir. Avrupa Ortaçağının ana temasını oluşturan feodalizm, bağımsız siyasal aristokrasinin aralarında çatışmadan, Kilise liderliğinde dengelenmesi olarak billurlaşmıştır. Roma Katolik Kilisesinin vazetmiş ve korumaya çalışmış olduğu siyasal aygıt, kan bağı ile miras olarak devredilen özel mülklere sahip ekonomik ve siyasal birimlerdir. Bir ekonomik birim oluşturan bu özel mülk olan topraklarda çalışan bağımlı köylüler serf yani köle ya da yarı köle idi. Bizans (Rum) Ortodoks Kilisesi ile Roma Katolik Kilisesinin arasındaki ayrılık ve çatışma teolojik tartışmaları aşan ve ekonomi politiğin yol açtığı siyasal bir ayrılıktır. ‘IV. Yüzyılda doğu ve batı kiliseleri arasındaki farklılaşmanın bir başka nedeni de, dönemin siyasal şartlarıydı. Konstantinus’un başkenti Konstantinopolis’e taşıması ve sınırlarda devriye gezmekle meşgul imparatorların IV. Yüzyıl içerisinde genellikle Roma’dan uzak kalmaları, hem Roma kilisesini gittikçe devletten bağımsızlaştırdı, hem de devlet ile kilise yetkilileri arasında bağları gevşetti. Buna mukabil, doğuda devlet ile kilise yetkililerinin konsillerde sürekli bir arada çalışmaları, cemaatlerinin ve aynı zamanda Roma dünyasının orta sınıfının temsilcileri olan piskoposları devlete iyice yaklaştırdı. Bu durum, her şeyin bürokrasinin kontrolünde geliştiği, Helenistik doğu geleneğinin devamından başka bir şey değildi. Latin batı dünyasında kilisenin devlet ile fazla iç içe olmaması, sadece daha bağımsız bir statü kazanmasını sağlamadı, bunun yanı sıra kilisenin bu statüsü bir yandan da devlet-kilise ve nihayetinde de devlet-toplum arasındaki bağların çözülmesine yol açtı… Roma İmparatorluğunun üst sınıflarının oluşturduğu Senato’nun (Senatus) çoğunlukla İtalya, Gallia (bugün Fransa), İspanya ve Afrika gibi Latin kültürün egemen olduğu bölgelerden gelenlerce doldurulmuştu ve görece olarak, bu kurumda Yunan dünyasından çok daha az temsilci bulunmaktaydı. Bu olgu Hristiyanlığın IV. Yüzyılda örgütlenişinde de etkili olmuştur. Batıda kilisenin egemenliğinin kaçınılmaz olduğunu anlayan bu üst sınıflar, bu yeni durumu kendi lehlerine çevirmede ve kendilerini adapte etmede oldukça esnek davranarak, kiliselerin temsilcileri ve manastır teşkilatının kurucuları olarak Hristiyan örgütlenmesini kolayca manipüle ettiler. Hâlbuki Doğu’da önemli teolojik tartışmaları başlatanlar, kilise liderleri ve manastır teşkilatlarının kurucuları daha çok alt ve orta sınıflardan gelmekteydiler.’10

 

‘Hristiyanlık, dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak kabul edilmesinden sonra Ortaçağ Batısı’nın yeni ve büyük bir dinsel ve ideolojik hareketi haline gelmişti. Ancak aynı zamanda kendi içinde de bölünmeye başlamıştı. Siyasi çizgiler boyunca zamanla güçlenen köklü bir geçmişe sahip kültürel sınırın her iki tarafında giderek birbirinden ayrılıp, boylu boyunca İskandinavya’dan Hırvatistan’a ulaşan topraklarda bir çatlak oluşturarak, Batı’da bir Latin Kilisesi, Doğu’da ise Yunan Kilisesi gelişti. Böylece Baltlar, Lehler, Çekler, Slovaklar, Macarlar ve Slovenler bu çizginin Batı tarafında yer alırken, başka birçok halkın yanı sıra Ruslar ve Yunanlılar diğer tarafta kalmıştı. Bu bölünme, Yunan Kilisesi’ni Roma Piskoposluğu’ndan kalıcı olarak ayıran, bir yandan Batı Hristiyanlık dünyası ile diğer yandan Bizans Ortodoks dünyası ve Doğu Slav ülkeleri arasında nihai denebilecek bir ayrım oluşturan 1054 tarihli Büyük Doğu Kopuşu (Şizma) ile kabul edilmiş ve onaylanmış oldu. Bizans dünyası önceleri bu iki dünyanın daha varlıklı olanıydı; antik kültürün mirasını en iyi şekilde korumuştu, ancak zamanla 1453’te yıkılana dek, hem Batılıların (özellikle İtalyanların) ekonomik sömürüsünden hem de Türkler’in bölgesel istilalarının pençesine düştüğü için zayıfladı. Batı ise, vahşileşmiş bölünmüş bir dünya olmuştu; başlangıçta sahip olduğu zayıf bütünlüğünü, bir süreliğine göstermelik iki figürle, yani papa ve imparatorla ancak yetersiz bir şekilde sembolleştirildi, ama sonraları Latin Hristiyanlık dünyası, yayılma ve giderek artan fetih kariyerinin başlamasına yol açan sıra dışı ekonomik, siyasi ve kültürel yayılımını yaşadı.’11

 

Latin Hristiyanlık dünyası yenidünyaların keşfi ve sömürgecilik faaliyetleri neticesinde oluşan birikimle bu siyasi ve kültürel yayılımını yaşayarak nihayetine bir zamanlar ait olduğu kadim dünyaya saldırmıştır. Doğu-Batı çatışması kadim bir çatışma değildir. Doğu-Batı çatışması, Avrupa’nın kapitalist ve sömürgeci politiğinin doğurduğu bir durumdur ve uzak geçmiş tarihi kurgulanmış bir tarihtir. Modernizm ile birlikte icad edilen ‘Medeniyet’ kavramsallaştırması ile belirli bir düşünsel derinlik kazanmıştır. Protestanlık, Batı’nın kadim tarihinden kopuşunu meşrulaştırarak hızlandırmıştır.

 

‘Hristiyanlığın en büyük üç mezhebinden biri olan Protestanlık, 16. yüzyılda Martin Luther ve Jean Calvin’in öncülüğünde Katolik Kilisesi’ne ve Papa’nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketinin sonucunda doğmuştur. Katolik Kilisesi’nin, Orta Çağ’ın sonlarına doğru, putperestlik ve Yahudilik’ten birtakım ilkeleri Hristiyanlığa katmak istediği ileri sürülerek, Katolikliğe karşı zaten mevcut olan tepki bir kat daha artmış ve dinde yenileşme hareketi gündeme gelmiştir. Bu hareketin başında bulunan Martin Luther, Jean Calvin ve Aultrich Zwingly, Katolikliği yeniden gözden geçirmişler ve çalışmalarında inancı esas almışlardır. Onlara göre hâlen mevcut olan Hristiyanlık, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinden çok farklıdır. Çünkü papalık, Hristiyanlığın aslında olmayan birçok ilkeyi dine eklemiştir. Rahiplerin günah bağışlamaları, para karşılığında cennetten yer alma uygulaması, vatandaşı inleten bir takım ağır vergilerin konulması, İncil’i yalnız ruhban olanların okuyabileceği vb. anlayışlar hep Hz. İsa’nın dinine sonradan ilave edilmiş hususlardır.’12

 

Dinde reform talepleri ve nihayetindeki Protestanlık, salt teolojik bir tartışma mıydı? Reform ve Protestanlık bir başlangıç mıydı yoksa bir sonuç mu? Üçüncü sınıfın (asil ve ruhban olmayanlar) iktidar yönelimi ve bu yönelimin zihni yapıdaki değişimlerinin ürettiği yenidünyanın siyasası, eskiyi eleştirme üzerinden yeni bir teolojik yaklaşımı gerekli kılıyordu. İnsanı merkeze koyan hümanizm, seküler bir dünya talebini yükseltiyordu. Fakat bunu direkt talep eden Martin Luther ve diğer öncüler olmadı. Martin Luther,  nihayetinde Orta Çağ anlayışında kalmış Katolik Kilisesinin yeşeren son dalıydı ve muhafazakâr bir gelenekten geliyordu.

 

Fakat Reform tartışmaları, insanlara aşırı dizgeci bir din anlayışı üzerinde tartışma cesaretini vermiştir. ‘Protestan düşüncesindeki bir şey tek başına Batı toplumunun en ilerici unsurlarını cezbetmiştir. Yenilenme, İncil’in basit standartlarına ve ilk Hristiyan topluluğuna dönmeyi öğütleyen ilkelci bir hareketti. Fakat tarihte ilkelcilik sıklıkla geleneksel güçleri yerinden oynatmak ve diğerlerinin devralmasına olanak sağlayan bir araç olarak hizmet eder. Yenilenmenin başardığı tam da budur ve bu durumda önemli ölçüde ironi vardır. Reformcular, hiçbiri modern anlamda bireyci olmamasına rağmen milliyetçiliğe, neredeyse hiçbiri demokrat olmamasına rağmen demokrasiye, kapitalistlerden oldukça kuşkulanmalarına rağmen “kapitalist ruha”, yani amaçlarının tam tersi yönde olmasına rağmen toplumun laikleşmesine katkıda bulunmuştur… “Hristiyan özgürlüğü” şüphesiz modern dünyanın daha da aşırı bireyselciliğine yol açmıştır. Luther papaların ve kilise konseylerinin hata yapabileceğini açıkladı ve tüm kurumların hatasızlığını sorgulamak için kişileri davet etti… Amaçlarının aksine, reformcular kurumsal dinin dokusunu zayıflattı ve dolaysıyla kurumsallığı da zayıflatmış oldu. Birey ve tanrısı arasındaki aracıyı etkili bir şekilde tahrip ederek herkesi rahip yaptılar… Tanrı’nın kurallarına itaat eden Orta Çağ keşişlerinin aksine, Püritenler kendi kurallarını düzenlemek ve bunlar için sorumluluk almak zorundaydı.’13

 

Yenidünyalar keşfeden Avrupa, tarihinin oluştuğu Akdeniz’den koparak tarihsiz Atlantik’te kendi köklerine yabancılaşmıştır. Avrupa’nın kendisine yabancılaşmasını ve Batılı ‘yeni insan tipolojisini’ anlamada ve açıklamada Daniel Defoe’nun (1660-1731) bir Protestan olan roman kahramanı Robinson Crusoe, çarpıcı bir örnektir:

 

‘Robinson İngiltere'de yaşayan tüccar/orta sınıf/burjuva bir ailenin çocuğudur. Zengin olmak için Brezilya'da çiftlik edinir, köle ticareti yapar, Afrika'dan köle getirmeye gider, gemisi batınca ıssız bir adaya düşer ve orada yaklaşık otuz yıl doğayla, hayvanlarla, diğer insanlarla mücadele eder. Robinson hiçbir zaman bu adayla yetinmez, sürekli karşıdaki adaları düşünür, oraya gitmek ister. Yamyamlar arasından kurban olan Cuma (Friday)'yı kurtarır. Ona konuşmayı öğretir, dinî inançları anlatır… Robinson tamamen bencil, kendisinden güç ve makam olarak aşağı olanlara karşı kibirlidir. Kendisine "Efendi!" diye hitap edilmesini ister. Tek başına bile kendisini ıssız adanın kralı ilân eder. Evinde beslediği hayvanların efendisidir, kendisiyle konuşma şerefini papağana verir, adasında istediğini asar, istediğini keser, herkese dilediği kadar hak ve özgürlük verir, adada tek yetkili otorite kendisidir, hiçbir uyruğuna kendisine itiraz etme, başkaldırma imkânı tanımaz. Adaya başka insanlar ayak bastığında, onları bir arkadaş veya birlikte yaşayacak insanlar değil birer uşak, birer köle olarak değerlendirir. Dünyanın merkezinde kendisi vardır. Onlar bu kral uğruna gerektiğinde ölmesi gereken birer uyruktur, tüm varlıklarını bu yüce zata borçludurlar. O da zaten bunu devamlı onların yüzlerine vurur. Tüm ilişkilerin merkezinde kendisi vardır. Tüm varlıklarla ilişkisi pragmatiktir… Tüm varlıklar onun için iki sınıftır. Faydalanılacak olanlar, faydalanılmayacak olanlar, mutluluk verenler, acı verenler… Robinson, her şey gibi hayvanların da kendisi için yaratıldığına inanır. Onları her istediği zaman öldürür, işine yarayıp yaramadığını bilmeden ateş eder, işine yaramıyorsa derisini alır, kedilerinin sayısı fazla olunca yavrularını öldürür…

 

Robinson'un Tanrı anlayışı eski günlerinden kalma kulaktan dolma bilgilerdir. Ona göre Tanrı evrenin yaratıcısı ve yöneticisidir. Her şeyin oluşmasını o takdir eder. Bu yüzden davranışlarının sonuçlarını Tanrı'ya bağlar. Mutlu olduğunda onu anar, mutsuzluğunda sebep olarak onu görür. Tanrı'ya ibadet etmek için onun kitabını okur, bu zamanlarda oldukça dindar görünür. Yaradılışını, öbür dünyayı düşünür. Günün bir bölümünü ona ayırır ve kitap okur. Fakat başına bir bela, felâket geldiği zaman Tanrı’ya inancı zayıflar ve güveni kaybolur, O'nu acizlikle suçlamaya çalışır, iyilik ve yardım gördüğü zaman O'nu yüceltirken bir zarar ve kötülük tüm bu duygularını köreltir. Adaya ayak bastığı günü kutsal ilân eder, yıldönümlerinde kutlama yapar. Robinson'un Tanrı ile ilişkisi pragmatiktir. Tanrı'ya kendisine faydalı olduğu, onu tehlikelerden kurtarıp esirgediği, çaresizken yardım ettiği zamanlarda bağlıdır. İşe daldığı, mutlu olduğu zamanlarda ona tamamen uzaktır. Tanrı'ya karşı sorumluluğunu bilir ama bunu Tanrı onu rahat ettirdiği zamanlarda yapar, kendini maddi anlamda rahat hissetmezse umursamaz. Tanrı'yla ilişkisini onun verdiği şeylere karşı verdikleriyle ölçer. En büyük ibadetin çalışmak olduğuna inandığı için zaten o her zaman Tanrı'ya ibadet etmektedir. Manevi boşluğa düştüğünde İncil okur, bunu kendini mutlu kılması ve manevi rahatlama için yapar. Robinson, Tanrı'ya kendisini mutlu kıldığı sürece övgüler düzer ve onun sadık bir kulu olacağına dair yeminler eder. Ama çeşitli sorunlar ve güçlüklerle yüz yüze geldiğinde Tanrı'yı suçlamaktan ve sorgulamaktan geri kalmaz. Robinson'a göre. Tanrı yarattıklarına karşı acımasız ve kendisine saygı duyanları da korumaktan âcizdir… Robinson, Cuma'ya konuşmayı ve temel dinî bilgileri öğretir. Tanrı fikrini onda iyice pekiştirir, onu çok iyi bir Hristiyan olarak yetiştirir. Robinson onun yalnız kaldığı zaman veya O ülkesine döndüğü zaman tekrar eski dinine döneceğinden endişe eder. Robinson kendi bilgisinin gücüne ve Cuma'nın cehaletine inanarak hareket eder, ona bu dinsel bilgiler aracılığıyla üstünlüğünü kabul ettirmenin gerekliliğine inanır. Tanrı'dan başlayan bir hiyerarşik dünyanın gerçekliğine Cuma'yı inandırır. Adaya gelen diğer insanlarla dinsel konularda çatışma yaşamaz. Orta Çağın dinsel egemenliğinin çözülüp seküler bir dünyanın kurulmasına Robinson da içtenlikle inanır.’14

 

Hükümranlık art alanına sahip zafer ve yenilgi algılamalarımız, Batıyı uzak ve yakın geçmişini eşitleyerek düşman olarak görme eğilimindedir. Şüphesiz Batı sömürgeci politiği ile düşmanımızdır. 1400’lü yıllardan itibaren Avrupa’daki gelişmeler nihayetinde genelde Doğu’yu özelde ise İslam Dünyasını sömürgeleştirmiştir. Adına modernizm dediğimiz Batının yeni durumu, Avrupa’nın kendi uzak geçmişi ile de hesaplaşmasını içermiş, sömürgelerinde yaşattığı trajediler kadar bir yıkımı kendi içinde de gerçekleştirmiştir. Batı kendi dışındaki dünyayı yıktığı kadar kendisini de yıkmıştır.

 

Her insan gibi Batılı da Müslüman olmaya adayıdır. Hidayetin kime ne zaman hangi şart altında nasıl ve niçin nasip olacağını takdir ve tespit edemeyiz. Batı’nın uzak geçmişindeki Hristiyanlık etkisi oldukça önemlidir. Hristiyanlık tahrif edilmiş vahyi kaynaklı bir dindir ve ‘ortak olan sözde’ buluşabilme umudu her zaman mevcuttur. Hülasa; merhametli olmak Müslümanlığın şiarıdır. Zira Doğunun da Batının da sahibi Allah, Rahman ve Rahimdir. Merhamet duygusu kadar yüksek bir özgüven taşıyan başkaca bir duygu var mıdır? Batı karşısındaki yenik psikolojimizin açtığı yaralarımıza da merhem olacak öz güvenden bahsediyorum.

 

DİPNOTLAR:

1) Said, W. Edward, Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları, (Çev. Berna Ülner), Metis Yayınları, İstanbul, 2014 (8.Basım), Önsöz’den.

2) Kurt, Veysel, Siyaset Odaklı Bir Sosyal Bilim Yaklaşımı: Avrupamerkezcilik, Makale, http://www.izu.edu.tr/Assets/Content/file/20130201-vk.pdf (Erişim Tarihi: 16.01.2016)3)

3) Kahraman, Hasan Bülent, Avrupa. Türk Modernleşmesinin Xanadu’su-Türk Modernleşmesi Kurucu İradesinde Yeni Bir Bakış Denemesi, Makale, Doğu Batı Düşünce Dergisi Sayı 14, s.10-11.4)

4) Hentsch, Thierry, Hayali Doğu: Batı’nın Akdenizli Doğu’ya Politik Bakışı, (Çev. Aysel Bora) Metis Yayınları, İstanbul, 2008, s. 25-25. 5)

5) Hentsch, a.g.e., s.37.

6) Yalçınkaya, Ayhan, Batı’da Siyasal Düşünceler, (Ağaoğulları, Mehmet Ali, Editör) İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 239-240.

7) Pirenne, Henri, Ortaçağ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010,  s. 13-14, 15.

8) Pirenne, a.g.e, s.22-23.

9) Le Goff, Jacgues,  Ortaçağ’da Batı Avrupa,  Makale,  (Çev. Nilüfer Uluç, History of Humanity, Scientific and Cultural Development Volume IV Unesco&Routledge, 200)  Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 33, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2009, s. 40).

10) Kaçar, Turhan, Ortaçağ’ın Dinsel Fermantasyonu: IV. Yüzyıl-Roma İmparatorluğu’nda Doğu, Batı Kiliseleri ve Devlet, Makale, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı 33, Doğu Batı Yayınları, Ekim, 2005,                                s. 104-105.  

11) Le Goff, a.g.m, s. 39-40.

12) Ali Erbaş, Hristiyanlık’ta Reform ve Protestanlık Tarihi, s. 15, İstanbul, 2007

13) Alatlı, Alev, Batıya Yön Veren Metinler, Derleme, Kapadokya 2010, II.Cilt S. 535.

14) Çetin, Halis, Çatışma ve Diyalog Tartışmaları Arasında İki İnsan, İki Medeniyet (Hay Bin Yakzan /Doğu - Robinson Crusoe/Batı), Makale, Doğu Batı Düşünce Dergisi Sayı: 41,  s.48-54.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.